Please Wait
9228
“Tasavvuf”, (Arapçada) “suf” kökünden olup “yün “ anlamına gelir ve kendini manevî olarak yetiştirme ve dünyevî nimetlerden uzak kalma iddiası taşıyan sofular veya yünlü elbise giyenler tarafından tesis edilen ve tarih boyunca ve bu düşünce tarzının değişik fırkalarınca başka birçok dalın kendisine eklendiği bir ekoldür. “Tasavvuf” öğretilerini tümüyle kabul etmek veya reddetmek mümkün değildir; zira tasavvuf ehlinin öğretileri “dinî doğru davranışlar” ile “zevke dayalı yanlış bidatlerin” karışımından ibarettir. Bu yanlış karışım, Kur’an ve sünnet ile uyuşan birinci kısma göre amel etme gayesi güden kendini yetiştirmiş fertlerin, bazı sathi bakışa sahip kimseler ve zahir ehli tarafından maalesef tasavvuf ve dervişlikle itham edilmesine neden olmuştur. İmam Humeyni (r.a) da bu büyük şahsiyetlerdendir. Ama kendisinin söz ve tutumlarını incelediğimizde, onun manevî olarak kendini yetiştirmeye verdiği önem kadar, sofuluk gösterişi ve onların bidat içeren düşüncelerini eleştirdiğini de kavramaktayız. Bu esasla, her ne kadar İmam Humeyni (r.a) üstün ve mümtaz bir arif sayılsa da bilinen ve meşhur anlamıyla onu sofu bir fert addetmek hiçbir şekilde mümkün değildir.
Cevabın başında İslam dininin hem dünya ve hem de ahirette insanların saadet ve mutluluğunu isteyen bir okul olduğunu ve insanların İslamî öğretilerden istifade ederek maddî ve manevî ihtiyaçlarını giderebileceklerini bilmemiz gerekir. Kur’an-ı Kerim’i okumayla şu çok rahat bir şekilde anlaşılabilir: Allah kullarını dünyaya tapmaktan kaçınmaya ve de maneviyat ve ahiret dünyasına yönelmeye çağırdığı[1] gibi, ahirete yönelmenin köşeye çekilme, inziva ve maddî dünya ile ilgili tüm faaliyetleri askıya almak için bir gerekçe olmaması gerektiği noktasını da hatırlatmaktadır. Dünyevî nimetlerin bereketlerinden istifade edilmeli ve şerî ölçülere riayet ederek günlük ve olağan faaliyetler sürdürülmeli ve bu halde Allah unutulmamalıdır.[2] Bu esasla, gerçek Müslüman dünyaya tapmayan, ama Allah’ın dünyadaki nimetlerinden istifade eden, onları ahireti için azık karar kılan ve iki cihan hayrını Allah’tan isteyendir.[3] Bu arada ifrat ve tefrit yolunu tutmuş ve sadece dinin bir boyutunu dikkate almış ve diğer öğretilerden gafil kalmış şahıslar da mevcuttur. Onlardan bir grup kamu güvenliğinin sağlanması, devlet kurmak, tarım ve ticarî faaliyetler ve bilginin modernizasyonu gibi dinin sadece dünyevî boyutlarını düşünmekte ve bazen fark etmeksizin bütün bunların sadece ebedi hayat ve bunun da üstünde Allah rızasını kazanmak için olduğu ve de kendi başına bir değer taşımadığı gerçeğinden gaflet etmektedirler. Diğer bir grup ise bakışlarını İslam dininin sadece manevî ve dünya ötesi boyutlarına odaklamış ve toplumsal hayatın gereği olan faaliyetlerin çoğunu terk ederek, kendilerini başkalarına yük haline getirmektedir. Bilmeniz gereken enteresan husus şudur: Böyle fertlerden bazıları, dünyadan kaçma gösterişinde bulunmayı, kendi dünyevî temayüllerini doyurmanın bir vesilesi görmektedir! Belirtilen hususları göz önünde bulundurmayla, sorunuza dönüyor ve aşağıdaki iki hususu inceliyoruz:
1. Yünlü elbiseler, İslam’ın ilk çağlarında mevcut en değersiz elbiseler olduğu için genellikle parası az olan bireyler tarafından kullanılmaktaydı. Böyle bir elbise giymek, eğer nefis ile mücadele etmek ve dünyayı gerçekten hakir kılmak için idiyse, bunun bir beis ve sakıncası bulunmamaktadır. Bu bağlamda, büyük zahit Ebuzer Gaffari şöyle buyurmaktadır: Birini öğle ve diğerini akşam yemeği karar kılabileceğim iki parça ekmeğe ve birini üzerime bağlayabileceğim ve diğerini de omzuma atacağım iki yün parçaya sahipken, benim dünyayla ne işim var?![4] O bu sözler ile Müslümanlara önemli bir noktayı yani gerektiğinde en az imkânlarla yetinilebileceğini ama insanın dinini dünyaya satmaması gerektiğini hatırlatmaktaydı. Bu, onun ilahi nimetlerden istifade etmeyi haram saydığı anlamında değildi; çünkü hatta sürgündeyken yaşarken bile Ebuzer’in az da olsa bir sermayeye sahip olduğunu ve kendisi ve ailesinin ondan istifade ettiklerini bilmekteyiz.[5] Sonraları Müslümanlardan bir grup züht ve dünyadan kaçma konusuna aşırı bir bakış açısıyla yaklaşarak yünlü elbise giymeyi Müslümanlığın sembolü olarak değerlendirecek kadar ileri gitti ve hatta din önderleri ve büyük şahsiyetleri böyle bir prototipe riayet etmedikleri için eleştirdi.[6] Başka bir tabirle, İslam tarafından tavsiye edilen gerçek zühdü, züht satıcılığı ve mürit bulma alışverişine dönüştürdüler ve bilerek veya bilmeyerek zahirde kendisinden kaçtıkları dünyanın tuzağına düştüler! “Tasavvuf” manası yün olan “suf” kökünden türeyen bir kavram olması nedeniyle, tedricen bu grup yünlü elbise giyen grup “sofuluk” veya “mutasavvıfa” adıyla tanınmış ve onların düşünsel ekolü de “tasavvuf” olarak adlandırılmıştır. Son yüzyıllarda derviş ve harabati gibi adlar da bu bireyleri tanıtmak için kullanılmıştır. Dergâh, şarap, pir ve kalender gibi ıstılahlar da onların mektebinde özel bir yere sahip olmuştur. Öte taraftan “tasavvuf” öğretilerinde sadece yünlü elbise giymeyle yetinilmemiş, bilakis zaman içinde bu düşünsel mektebin önderleri tarafından başka ölçü ve davranışlar da tasavvuf takipçilerine ilan edilmiştir. Bunlardan bazıları şerî ve dinî açıdan mesnetsizdir, ama Kur’an ve şeriat usulleri doğrultusunda değerlendirilen ameller de var olagelmiştir. Bu bağlamda bazen şerî kökeni bulunan ameller, bir takım müdahale ve tasarruflar neticesinde bir bidate dönüşmekteydi. Örneğin hadislerde açıklanan[7] ve harika neticeleri peşinden getiren kırk gün boyunca ihlâslı bir şekilde amel etme tavsiyesi bunlardan biridir. Resmi sofular bunu, bazıları mukaddes şeriat ile uyuşmayan özel bir takım adaplar eşliğinde “kırka oturmaya” çevirdiler. Neticede “tasavvuf” “şerî doğru davranış” ile “zevke dayalı yanlış bidat” karışım ve terkibine dönüşmüştür.[8] Bu husus, birinci kısma göre amel etme ve Allah ve masumlar tarafından belirtilmiş tavsiyeler yoluyla kendini yetiştirme gayesi güden fertlerin, bazı zahir ehli ve yanlış düşünenler tarafından tasavvuf ve dervişlik gibi ithamlarla saldırıya maruz kalmasına neden olmuştur. Yukarıdaki hususlardan hareketle, her ne kadar zahiri şekil ve kıyafet gibi bazı tasavvuf öğretileri dinsel muteber kaynaklara dayanmasa da tasavvufun tüm öğretileri tek parça olarak kabul veya ret edilmemelidir. Bilakis onun her bölümünü ayrı olarak incelemek ve şeriat ile uyumluluğunu değerlendirmek gerekir. Öte taraftan manevî boyutlara ve kendini yetiştirmeye daha fazla özen gösteren her Müslüman’ı da sofuluk ile suçlamak da doğru değildir.
2. Bildiğimiz gibi İmam Humeyni (r.a) gençliğinin başında manevî olarak kendini yetiştirme yoluna girmiş ve bu yöntemi ömrünün sonuna kadar sürdürmüştür. Bu yüzden onun söz ve şiirlerinde, ilk bakışta kendisinin tasavvuf ekolüne meyilli olduğu intibasını uyandıran sofuluğun inanç ve ıstılahlarına benzer konu ve tabirlere bazen rastlamak mümkündür. Aşağıdaki şiir bunun örneklerinden biridir:
Fakirlik keşkülü iftiharımızın sebebi oldu
Ey aldatan yar iftiharı artır
Biz olgun kalenderin sofrasından beslenenleriz
Bir gamze ile beslenenin gönlünü okşa[9]
Veya
Ey pir beni bir dergâha ulaştır
Yarenlerin hepsi gitti, bir yola ulaştır[10]
Hakeza
Sofu! Aşk yolunda sefa etmek gerek
Verdiğin ahde vefa etmen gerek[11]
Şiirlerde kullanılan bu tabirler her ne kadar tasavvufa bir tür eğilim duyulduğu intibasını uyandırsa da hızlı ve bir yönlü yargıda bulunmamak gerekir. Öte taraftan bu şiirlerde kullanılan ıstılahların açıkça söylenilmeyecek gerçeklere işaret etme olasılığının olduğunu da göz önünde bulundurmak lazımdır; zira bildiğimiz üzere İmam Humeyni’nin (r.a) uzun ömrü boyunca ne bir keşkül omzuna atmış ve ne de bir dergâha gitmiştir. Öte taraftan onun diğer sözlerine de bakmak ve böylece nihai neticeyi almak gerekir. Bu bağlamda onun bilinen manasıyla sofuluğa karşı olduğunu yansıtan başka şiirleri de mevcuttur. Mesela:
Sofu dosta ermekten habersizdir
Sefasız sofu istemiyorum[12]
Veya
Aşkını sofu medrese ve halkasından kovdum
Halka dinleyen kul beni sarhoş etti[13]
Hakeza
Sofu, arif ve derviş ile savaşalım
Felsefe ve kelam ilmine sarılalım[14]
Şimdi zahirde çelişki arz eden bu şiirler karşısında ne yapmak gerekir? Netice itibariyle İmam tasavvufu kabul ediyor muydu yoksa ondan kaçmakta mıydı? Cevap olarak söylemeliyiz ki: Birinci kısımda da belirtildiği gibi, mukaddes şeriat doğrultusunda olan ve gerçek bir Müslüman’ın manevî olarak kendini yetiştirmesi için istifade etmesi gereken tasavvuf öğretileri kısmı, İmam tarafından teyit edilmiştir ve kendisi şu tavsiyede bulunmuştur: “Allah’ın insan ile münacatına inanalım. Münacata inanalım, onu inkâr etmeyelim, bunlar derviş sözleridir demeyelim. Bu meselelerin tümü zarif bir şekilde Kur’an’da zikredilmiştir ve hidayet imamlarından aktarılan mübarek dua kitaplarında Kur’an’daki kadar zarif bir şekilde olmasa da ince bir şekilde yer almaktadır. Bu ıstılahları sonraları kullanan tüm şahıslar bilerek veya bilmeyerek onları Kur’an ve hadislerden alıntılamıştır. Bunların asıl senedini bilmiyor da olabilirler.”[15] Bu esasla İmamın bakışında sofu ve derviş ithamına maruz kalmaktan korkup kendini yetiştirmeyi kenara atmamak gerekir. Ama bu, onun sofuların tüm hareket ve davranışlarını onayladığı anlamına gelmez. Devrimden on yıllarca önce ve daha gençken (1317) İmamın yazdığı bir mektupta şöyle bir öğüde rastlamaktayız: “Resmi tasavvuf ve irfan önderlerinin hoş sözlerine ümit besleme ve hırka ehlinin tartışılan iddia ve saçma sözlerine kulak verme.”[16] On yıl sonra (1363), evladı Hüccetül İslam Ve’l-Müslimin Seyid Ahmed’e kendini yetiştirme bağlamında vurgulayarak bir takım tavsiyelerde bulunduktan sonra, eşzamanlı olarak şöyle demektedir: “Söylediklerim kendini topluma hizmetten geri çekme, inzivaya çekilme ve Allah’ın yaratıklarına yük olma anlamında değildir. Bunlar cahilce ibadet edenlerin ve dükkân sahibi dervişlerin sıfatlarıdır.”[17] Bir başka tavsiyesinde gelinine (Seyid Ahmed’in eşi) şöyle demektedir: “Ben iddia sahiplerini temizlemek istemiyorum. Hatta hırka ateşe bile sebep olabilir. Sadece mana ve maneviyatı inkâr etmeni istemiyorum. Bu maneviyat kitap ve sünnette de belirtilmiştir. Maneviyat muhalifleri bu hususları ya görmezlikten gelmiş ya da sathi bir şekilde açıklamışlardır.”[18] İmam Humeyni (r.a) ifrat ve tefrit eksenli teorileri eleştirmiş ve amellerin kabul olma ölçüsünü bireylerin batıni niyet ve güdüleri bilmiştir. Özel hareketler ve zahiri şekil ve görünüşleri ölçü kabul etmemiştir. Kendisi bu hususta şöyle demiştir: “Evladım! Ne sofuca inzivaya çekilme hakka ermenin delilidir ve ne de topluma girmek ve devlet kurmak haktan kopmanın göstergesidir. Amellerin ölçüsü, insanların niyetleridir. Nitekim bir abid ve zahit bile iblisin tuzağına düşebilir.”[19] Durum bundan ibarettir. Eğer onun tasavvuf ve dervişlik kokan bir sözünü görürsek, onu resmi, belirgin ve bilinen sofu ve dervişleri onaylayıcı bir söz saymamalı, bilakis Kur’an ve sünnetin buyrukları doğrultusunda değerlendirmeliyiz.
[1] En’am, 32; Yunus, 24; Ankebut, 64; Muhammed, 36; Hadid, 20 ve yüzlerce başka ayet.
[2] A’raf, 32; Bakara, 168 ve 172; Maide, 88; En’am, 141, Mülk, 15 ve …
[3]Bakara, 201, "ربنا آتنا فی الدنیا حسنة و فی الآخرة حسنة و قنا عذاب النار"
[4] Kuleyni, Muhammed b. Yakub, Kafi, c. 2, s. 134, h. 17, Daru’l-Kütübi’l-İslamiye, Tahran, 1365 ş.
[5] Meclisi, Muhammed Bakır, Biharü’l-Envar, c. 22, s. 429, h. 37, Müessesetü’l-Vefa, Beyrut, 1404 k.
[6] Kafi, c. 5, s. 65, h. 1.
[7] a.g.e. c. 2, s. 16, h. 6.
[8] Tasavvufun nasıl ortaya çıktığı ve geliştiği hususunda daha fazla bilgi edinmek için Dr. Abdülhüseyin Zerrin Kub’un “Costocu Der Tasavvuf İran” eserine müracaat edebilirsiniz.
[9] Bade-i Aşk, s. 40, Müessese-i Tanzim Ve Neşr-i Asar-ı İmam Humeyni, Tahran, 13865 ş, çap-ı çarom.
[10] a.g.e. s. 77.
[11] Sahife-i İmam, c. 18, s. 444, Müessese-i Tanzim Ve Neşr-i Asar-ı İmam Humeyni, Tahran, 13865 ş, çap-ı çarom.
[12] Bade-i Aşk, s. 29.
[13] a.g.e. s. 33.
[14] a.g.e. s. 55.
[15] Sahife-i İmam, c. 17, s. 458.
[16] Sahife-i İmam, c. 1, s. 18.
[17] Sahife-i İmam, c. 18, s. 511.
[18] Sahife-i İmam, c. 18, s. 453.
[19] Sahife-i İmam, c. 18, s. 512.